Büşra EKİM

Şehirlerin ruhları vardır. Tarihi kadar derin ruhları... İstanbul'un ruhu bir başkadır. İstanbul naiftir, romantiktir... Ve yine mücadeledir, serttir... Tozpembe bir pencereden bakıp kalabalığını, karmaşasını, betonlaşmasını göz ardı etmeden söylüyorum bunları ancak özünde barınan huzuru, kültürü, edebiliği ve de ebediliği kendime rehber edinerek geziyorum İstanbul'u.


GAZOZ AŞKINA
"Bana bir çay, çocuğa da gazoz..." söylemlerini çok net hatırlamasam da, el arabalarında her şehrin kendi gazozunun satıldığı dönemlere denk gelmesem de... Sıkı bir gazoz takipçisiyim. Amaç gazoz içmek falan da değil üstelik. Yaşamadığımız zamanların nostaljik havasına kapılabilmek. Büyük markaların hakim olduğu bu yapay günlerde gazoz, bana çocukluğumun "mahalle huzurunu" hatırlatıyor!

SEVDA GAZOZCUSU
İstanbul'a sık gelme sebeplerimin başında gazoz var. Vefa'da, Vefa Bozacısı'nın tam karşısında küçük ve çok sevimli bir işletme Sevda Gazozcusu. 45 şehirden 130 farklı lezzet var burada. Başınız dönüyor adeta, hangisinden başlayıp, hangileriyle devam edeceğinizi, hangilerini alıp götüreceğinizi seçmek gerçekten kolay olmuyor. İki arkadaşın, "Bize ait olan bir değeri tekrar gündeme getirme" çabasının bir sonucu burası. Ben ilk gittiğimde Anıl Bey ile tanıştım. Bir gazoz içip dönerim diyordum ancak bir buçuk saat sürdü sohbet. Türkiye'nin ilk gazozcusu aynı zamanda burası. Şimdi ise sanıyorum İstanbul'da on kadar gazozcu bulunuyor. Bursa'da ise geçtiğimiz günlerde Setbaşı'nda açıldı.

‘CAŞAR MI, CAŞMAZ MI?’
Gazoz başlı başına bir kültürdür aslında. Bu yolda ilk adımı atan bu iki güzel insana sonsuz teşekkürler. Hedefleri ise bir gün kendi gazozlarını üretebilmek. Bütün kalbimle diliyorum bunu. Gazoz, çocukluğunuzdur... Çocukluğu Gaziantep’te geçen şair Ülkü Tamer şöyle anlatıyor: “Gazozcuların başları kalabalık olurdu çoğu kere. Bir alıcı, yedi sekiz seyirci. Tekerlekli arabaların üstündeki buz kalıplarına yerleştirilmiş şişelerden birini kaldırırdı gazozcu, iyice sallar, sorardı: 'Caşar mı, caşmaz mı?' Alıcı, şişeyi süzerdi bir süre. Kapak açılınca gazozun taşıp taşmayacağını kestirmeye çalışırdı. ‘Caşar.’ Gazozcu da aynı görüşteyse, şişeyi bir daha sallar, yine sorardı: ‘Caşar mı, caşmaz mı?’ ‘Caşmaz.’ Gazozcu, öyle düşünmüyorsa, kapağı açardı. Gazoz taşarsa, alıcı beleşten içerdi gazozu. Taşmazsa parasını tıkır tıkır öderdi.”
 

LEBLEBİCİ DE YANINDA
Gazoz bize 1890'larda gelmiş, 1908 yılında Osmanlı'da ilk gazoz "Mısıroğlu" adıyla çıkmış. 1923 yılında ise Cumhuriyet Gazozu üretilmiş. Gazoz baloncuklarının sönmeye başladığı yılları atlayıp, bugün yeniden gündeme gelmesiyle mutlu oluyorum. Umarım kalitelerini koruyup, daha da iyi tatlarla ayakta kalır bu kültür. Karşınızda Tarihi Vefa Bozacısı, bir yanınızda 1922'den bugüne Tarihi Vefa Leblebicisi... Diğer yanınızda ise meşhur peynir helvacısı... Yani gazoz ve leblebi diyorum! Bilmem anlatabildim mi ? 

Göl Yazıevi'nin konuğu Serdar Uslu Göl Yazıevi'nin konuğu Serdar Uslu


 

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ 
Ülkemizin ilk ve döneminde tek üniversitesi özelliğiyle ve Darülfünun geçmişiyle, İstanbul Üniversitesi adeta bir tarih. 1933 yıllarında dünyanın en güçlü arkeoloji bölümünü bünyesinde barındırması, benim için en dikkat çekici özelliklerinden. İstanbul Üniversitesi ana yerleşkesi Fatih'te bulunuyor. 

KARL HUMEYNİ HEYKELİ
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler'in alt katında bir heykel oturuyor bütün heybetiyle. Hikayesi oldukça karmaşık ve ilginç. 
1983 yılında kurulan fakültenin dekanı olan Vakur Varsan’a, okul inşaatında çalışan işçiler, “Okulun kapısında zavallı bir adam yatıyor. Okulda kalsa olur mu?" dediler. Bunun üzerine kapıda yatan adamı odasına çağıran Dekan Varsan, bu kişinin İran’daki siyasal karışıklıktan kaçan ünlü heykeltraş Ahad Hüseyni olduğunu öğrendi. Hüseyni, kendisini okulda ağırlayan dekana minnettarlığını ifade etmek için bir heykel yapmak istediğini söyledi ve 1983 yılında heykeli tamamladı. Heykel, bir süre sonra değişik adlar almaya başladı. Sağcılar, heykeli bir solcunun yaptığını ileri sürerek, Karl Marx’tan esinlendiğini savundu ve adını Karl koydu. Solcular ise heykeli sağcı birinin Humeyni’den esinlenerek yaptığını düşündü. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise ağabey ve ablalarının taktıkları isimleri birleştiren öğrenciler, hem sağı hem de solu temsil ettiğini düşünerek heykelin adını “Karl Humeyni” koydu. Bir yarışmada ödül alan bu heykel, şimdi elinde bir dünya tasviri ve üzerinde Mustafa Kemal Atatürk'ün; "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" yazısıyla sanırım son sözünü söylüyor. 

BELEŞTEPE FARKI
İstanbul Üniversitesi'nin bahçesi oldukça keyiflidir. Bir de Siyasal'ın biraz aşağısından çıkılan bir tepe var ki manzarası dillere destan. Şimdi sanıyorum kapalı. Ben şanslıydım ki o manzarayı görebildim. Süleymaniye Cami ve külliyesine hakim bu tepede; Mimar Sinan'a saygı, Boğaz'a selam ile kahve keyfi anlatılmaz... Bir de çıkışta Tarihi Kemer Börekçisi'nden bir parça Kürt Böreği alır öyle gezerseniz ... İstanbul daha bir güzel oluverir. 

BEYAZIT KULESİ
1749 yılında, yangınları gözetlemek ve haber vermek amacıyla ahşap bir kule inşa edilmiş. Zaman içinde pek çok yangın ve restorasyon geçirmiş. Uzun süre de hava tahminlerini bildirmiş İstanbul'un. Kulenin mavi renkte aydınlatılması ertesi gün havanın açık olacağını, yeşil yağmuru, sarı sisi ve kırmızı karı haber verirmiş ta ki 95'e kadar. "Beyazıt Kulesi’nden; bütün İstanbul, Kadıköy’den Vaniköy’e kadar Anadolu yakası ile Bebek’e kadar olan Rumeli yakası; Galata Kulesi’nden; Galata, Beyoğlu ve Eyüp tarafı, İcadiye Kulesi’nden; Vaniköy ve Bebek’ ten öte Boğazın iki yakası gözetleniyordu. Yangın, Beyazıt Kulesi’nden gündüz sarkıtılan sepetlerle, Galata Kulesi’ne asılan bayraklarla ve geceleri de fener yakılarak haber verilirdi. Bu bayrak ve fenerleri gören İcadiye Kulesi top atışı yaparak yangını bütün İstanbul’a duyururdu. Beyazıt Kulesi’nin geleneklerine göre, yangını gören nöbetteki köşklü “Ağa! Bir çocuğun oldu” derdi. Ağa da sorardı: “Kız mı, oğlan mı?”. Anadolu yakası, Beyoğlu ve Boğaz’ın Rumeliyakası yangınları “kız”, İstanbul içi yangınları da “oğlan” olarak anılırdı." Kule şu an "İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yangın Kulesi Anıt Müzesi" olarak geçmiş başarılarının tadını çıkarıyor. 

GÜLHANE PARKI
"Topkapı Sarayı'na asırlarca dış bahçelik yapan, çiçek ve gül bahçesi Gülhane'ye hoş geldiniz." yazısı karşılar sizi… Fatih ilçesi, Eminönü semtinde bir parktan çok daha fazlası Gülhane. Nazım'ın ceviz ağacı macerasıdır Gülhane... Tanzimat Fermanı burada okunmuş, Atatürk yeni alfabeyi halka burada tanıtmıştır. Ayrıca Atatürk'ün ilk heykelinin de burada olduğunu biliyoruz. Şimdi ise Atatürk'ün 100. Yaşında Hürriyet Gazetesi'nin armağanı olan bir heykeli bulunuyor. Osmanlı Döneminde sarayın dış bahçesi olarak kullanıldığını da eklersek, tam bir zaman tünelidir Gülhane. Aşık Veysel'e rastlarsınız Gülhane'de... Ve hatırlatayım, Gülhane'de ceviz ağacı yoktur... 

AHMET HAMDİ TANPINAR MÜZESİ / ALAY KÖŞKÜ
Aslında padişahların geçit yapan alayları seyretmeleri için yaptırılan köşk burası. Topkapı Sarayı'nın Soğukçeşme kapısının ilerisindeki, sur duvarının üzerinde yer alıyor. Fatih'ten Abdülmecit'e kadar törenler hep buradan izlenmiş. Batı Avrupa tarzında bir yapı. Dış yüzündeki pencerelerin her birinde bir beyit bulunuyor ve bunlar bir manzume oluşturuyor. Şimdilerde ise Ahmet Hamdi Tanpınar Müzesi ve Kütüphanesi olarak misafirlerini ağırlıyor. 

HAMİDİYE SEBİLİ
Yine Soğukçeşme Kapısının karşısında, Gülhane'ye yoldaşlık eden enfes bir eser, Hamidiye Sebili. Alemder Mustafa Paşa Caddesi'nde bulunuyor. Tramvay yolunun kenarında, Sultanahmet'e çıkan yokuşun başında bulunur. Taşıma bir sebil olduğunu ve sonradan buraya getirildiğini biliyoruz. Sebil'in üzerinde de , Alay Köşkü'nde olduğu gibi beyitler yazılı. Şimdi büfe olarak kullanılıyor ve üzerinde büfeye ait bisküvi, su vs. malzemeler yer alıyor. Önceleri kandillerde bu sebilden halka şerbet dağıtıldığını okumuştum. Tarihi eserlerimizin dokusunun korunması şartıyla, günlük hayata bu şekilde dahil olmasını hayal ediyorum.